İRAN VE TÜRK SİNEMASININ DÜNÜ BUGÜNÜ

19.Uluslararası Eskişehir Film Festivali kapsamında Eskişehir'e gelen Edinburg Üniversitesi'den Dr. Nacim Pak Shiraz ile İran ve Türk sinemasının dünü ve bugünü hakkında kısa bir sohbet gerçekleştirdik.

RÖPORTAJ ESİN GÖKDAĞ: Dr. Nacim Pak Shiraz, Edinburg Üniversitesi Fars Araştırmaları bölüm başkanıdır. Edinburgh Üniversitesi Fars ve Sinema Araştırmaları Bölüm Başkanlığı ve Pers Uygarlığı Yüksek Lisans Program Yöneticiliği görevini de yapmaktadır. 19. EFF kapsamında kendisinin Sinema Dersleri programında Sinema'da Minimalizm dersine de misafir olduk. Hem çok şey öğrendik, hem de çok şey konuştuk. 

İlk olarak Eskişehir'i nasıl buldunuz? Şehrimizi gezecek vaktiniz oldu mu? İlk izleniminiz ne yönde?
Biraz gezebildim. Daha çok Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsünde gezdim. Zaten Eskişehir hakkında daha önce birçok şey duymuştum. Çok modern ve sanatla iç içe bir şehir olduğunu söylemişlerdi. İletişim ve Güzel Sanatlar Fakültelerinin başarısını da alanım gereği biliyordum. İnsanlara gelince; herkes çok sıcakkanlı burada, bu çok güzel. Burada olduğum için mutluyum. Haliyle ilk izlenimim burası için epey olumlu.
 
O halde sinemayla alakalı sorularıma gelecek olursak. Biraz bize İran sineması hakkında bilgi verebilir misiniz? Öncelikle İran'da sinemayı Pehlevi dönemi ve İslam devrimi olmak üzere ikiye ayırırsak Pehlevi rejimi döneminde İran Sinemasında neler yaşandı?
Pehlevi döneminde modernleşme, batılılaşma Türkiye de olduğu gibi çok etkili bir politikaydı. Ve bundan ötürü belli entelektüeller, belli aydınlar özgün olan şeyin kaybolmasından kaygı duydukları için buraya dönüp Türkçe karşılığı yerelcilik olarak çevrilebilecek bir akımı ortaya çıkartmaya çalışıyorlar. Temel nedeni modernleşmeyle, özgünlüğün kaybolması kısaca. Sinemada yapılmak istenen de kendi özgün dilini yaratmak bu arada bu sadece sinemada değil diğer birçok sanat alanında da gerçekleşiyor. Kendi sorunları üzerine konuşmak için kendi dillerini yaratmak durumundalar. Sinema da olan bu Pehlevi rejimi döneminde.
 
Peki kendi özgün dilini oluşturma İran Sineması ve sinema sevenlerce nasıl karşılandı? Kolay oldu diyebilir miyiz?
Başlangıçta bu gerçekleşirken çok deneysel bir yaklaşımdı. Bakıldığı zaman aslında şimdi belirli tarzların kabul edildiğini oturduğunu görüyoruz. Ama zamanında ilk çıktığında bu tarz daha çok bir deneydi. Aynı dönemde İtalya'ya baktığımızda yeni gerçekçilik neo-realizm söz konusu ama İran'da böyle bir şey yok ilk defa deniyorlar. O dili yaratmaya çalışıyorlar. İran’da sinemanın dili deneylerle yaratılmaya çalışılıyordu diyebiliriz.
 
Pehlevi rejimi sonrası İran sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? İslami devrim İran sinemasını ne yönde etkiledi?
 
Pehlevi dönemin de sinema küçücük bir alanken, sinema üretimi ve sinema sanatı. İslami devrim Avrupa, Mısır ve Hollywood filmlerini yasaklıyor. Dolayısıyla yatırımlar, paralar bütün hepsi İran sinemasına aktarılıyor. Ve bu yatırım kaynağından da bugün gördüğümüz İran sineması ortaya çıkıyor. Sinema sektörü daha da büyüyor. Yani zamanında çok küçük bir azınlığın ilgi alanı olan sinema İslami devrim ile ana akım sinemaya dönüşüyor. Çok daha geniş bir kitleye hitap ediyor sinema .
 
Peki Türk sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeşilcam nedir biliyor musunuz, hiç izlediniz mi? Beğendiğiniz, izlediğiniz Türk yönetmenler var mı?
Türk sineması ve İran sinemasının birbirine bazı yönleriyle benzediğini düşünüyorum. Ve Yeşilçam'ı biraz biliyorum evet. Pehlevi rejimi döneminde İran sineması ile Türk sinemasında ki Yeşilcam dönemi özellikle izlediğiniz de hemen fark edebileceğiniz gibi konular bakımından benzerlik gösteriyor. Örneğin gazinolar, dans eden şarkı söyleyen kadınlar, aşk acıları, eğlence hayatı gibi. Bu yüzden Türk sinemasına yabancılık çekmiyorsunuz. Zamanında İran'da ki üniversite öğrencileri Yeşilçam ve Pehlevi dönemi sinemasını pek beğenmiyordu "Bunlar iyi çekimler değil, iyi senaryolar değil" diyorlardı. Fakat şuan hala İslami devrim devam ettiği için birçok İranlı sinemasever, İranlı sinemacı o dönemi özlüyor. Türkiye’de de böyle olduğunu gözlemliyorum. Haliyle bambaşka bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorum bu tarz dönemlerin. Bana gelince birçok Türk yönetmenin filmini izledim. Ancak şuan hepsini hatırlamam mümkün değil. Ama en çok Nuri Bilge Ceylan ve Yılmaz Güney 'in filmleri beğendim diyebilirim. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmi beni epey etkilemiştir.
 
Öğrencilerin çoğunun zamanında Yeşilçam ve İslami devrim öncesinde ki sinemayı beğenmediğini, eleştirdiğini söylediniz. Siz öğrencilik döneminiz ne tür filmler üzerine çalışıyordunuz? Ne tür filmlerle ilgileniyordunuz?
Ben öğrenciyken hiç bir zaman ticari sinemaya çalışmadım. Hep sanat filmlerine çalıştım. İran'a saha çalışması yapmaya gitmiştim. Yüksek lisansım için o dönem İranlı ünlü yönetmen Abbas Kiarostami filmleri üzerine çalışıyordum. Orada arkadaşlarım bana '' Neden bunları çalışıyorsun? Bak daha eğlenceli çalışılabilecek şeyler var.'' dediler. Bende onları kırmadım ve komedi üzerine çalıştım. Benim için çok zordu. Kaliteleri çok düşüktü. İzlerken '' Aman Allahım! Ben neden böyle bir şey yapıyorum?''  diye kendime soruyordum. Ama en azından bu sayede mütevazilik kazandım diyebilirim. Sinema da çalıştığım şeylerden bir diğeri ise erkekliğin nasıl inşa edildiği. Çalışmalarım da bu kavramın İran sinemasın da nasıl inşa edildiği üzerine kuruluydu. Aslında bundan ötürü İslam devrimi öncesi sinemaya da baktım.
 
İran sinemasında özellikle Kiarostami Türk sinemasındaysa Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney gibi yönetmenlerin filmleri genellikle kendi insanlarını anlatan ama dünyanın her yerinden insanlarını da içine çeken çok durağan, çok gerçekçi, fazlasıyla hayatın içinden parçalar gördüğümüz filmler. Dünya sinemasında da bu tarzı benimseyen yönetmenler var mı?
Elbette var. Tarkovski , Bergman ,Angelopoulos gibi isimlerde bu tarzı benimseyen yönetmenler arasında bence. Kendi kültürünüzle ilgili film yaparken, bu filmler berbatta olabilirler, harika filmler de çıkabilir. Bu bir risktir. İran'a baktığımızda İran filmlerinin evrensel olduğu düşünülüyor. Çünkü hümanist bir bakış açısına sahip filmler. Ve her insanın anlayabileceği, doğrudan bağlantı kurabileceği düzeyde filmler. Ama kimi filmlerde yalnız ve yalnızca o bağlamı yakalayabildiğiniz de, kendinizle bir bağlantı bulabildiğiniz de anlam atfedebiliyorsunuz. Sinemada hep böyle bir tehlike söz konusu yönetmenler için. Ama saydığımız yönetmenler bu tehlikeleri başarıyla atlatıp, filmle seyirci arasında bir bağ oluşturuyor.
 
 Uzun zamandır yönetmenlerin festivaller için ayrı, halk için farklı filmler yapması tartışılıyor. Sadece festivaller için yapılan filmler hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda bir şey demek yerine belirli sorular sormak istiyorum aslında. Hem kendime, hem tüm sinema severlere. Böylece hep beraber düşünebiliriz. Festivaller de insanların görmek istediklerini mi gösteriyorlar ? Bu durumda insanların görmek istedikleri şeyler neler? Acaba geri kalmış belirli kültür parçalarını mı göstermek istiyorlar ? Yoksa dönüşümümü göstermek istiyorlar? Modernlikten nasıl etkilendiğimizi mi göstermek istiyorlar ? Peki biz bu bağlamda, fakir çaresiz sessiz insanları mı görmek istiyoruz? yoksa bu insanların çerçevesinden yaşadıklarını mı görmek istiyoruz? Ünlü yönetmen Kiarostami ise sinema için şöyle der : '' Sinema bir yalandır. '' Ve ekler '' Hakikate ancak yalanlar yoluyla ulaşabiliriz.''
 
 
Haberler