SIRA DIŞI BİR ORKESTRA ŞEFİ; AYTUĞ ÜLGEN

Bu haftaki konuğumuz sıra dışı işlere imza atan, olağanüstü bir şef Aytuğ Ülgen.


Bu haftaki konuğumuz sıra dışı işlere imza atan, olağanüstü bir şef Aytuğ Ülgen. Eskişehir ilk olarak Aytuğ Ülgen’i Lüküs Hayat müzikalindeki başarısı ile tanıdı. Farklı bir orkestrasyon ve şeflik başarısı sergiledi. Türk müziğine katkıları o kadar fazla ki say say bitiremeyiz. Son dönemde Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin 100. Oyunu ‘Bir Şehnaz Oyun’ müzikalinin de orkestra şefliğini üstlendi. Onca değerli ustanın yanında orkestra anlamında harika bir iş çıktı.  Aynı zamanda kendisi ile çalışmanın da çok mutluluk verici bir yanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü işini seviyor ve kişilere değer veriyor. İşte böylesine değerli bir insanla söyleşmek beni de mutlu etti. Kendisine çok teşekkür ediyorum.


KARŞINIZDA SIRA DIŞI BİR MÜZİK İNSANI, ŞEF; AYTUĞ ÜLGEN


Aytuğ Ülgen’i sizin cümlelerinizle kısaca tanıyabilir miyiz?


Eklektik bir adamım. Birbirinden farklı birçok alanla ilgilenip, öğrendiklerimi disiplinler arası olmanın avantajı ile kullanıyorum. Neşeli ve çalışkanım, ayrıca nadiren de olsa ciddi biri olabiliyorum.


Sanat yaşantınızla ilgili olarak kısaca bilgi alabilir miyiz? Neden müzik?


Son sorudan başlayalım. Özel bir nedeni yok. Dört yaşımda banyoda şarkılar söylemedim ya da ilk konserimi beş yaşımda vermedim. Çok özel bir yeteneğim olduğunu da düşünmüyorum. Mutlaka tutarlı ve geçerli bir yanıt vermem gerekiyorsa sanırım en doğrusu 'daha farklı yapabileceklerimden biri olarak tercih ettiğim için müzik' demeliyim.  

Sanat yaşantım tuhaflıklarla başladı. Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarında piyano okudum. O yıllarda çocukların aldığı profesyonel sanat eğitiminde çocuk psikolojisinden anlamak, her çocuk için özel ve özgün bir yol benimsemek gibi günümüz yaklaşımları laf-ı güzafttan ibaretti. Sonunda yeteneksiz olduğuma kanaat getirip attılar okuldan. Haklıydılar da. Daracık bir odada hergün 14 saat piyano çalışmak çok sıkıcıydı. Çalışmıyordum çünkü bazı üstün yetenekli çocukların ihtiyaç duymadığı ama benim için gerekli olan, çalışmaya ilgi duyacağım bir uyarıcı yoktu. Pedagojiyi hijyenik kadın bağı bilimi sanan eğitmenler de tuz biber oldu. Başta çok üzüldüysem de bugün iyi ki de öyle olmuş diyorum. Böylece normal bir lisede okuyabildim. Arkasından tüm normal öğrenciler gibi üniversite sınavlarına girdim. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Sinema Televizyon okumaya başladım. Arkasından kısa süre önce kaybettiğimiz çok aziz hocam İlhan Baran'ın baskı ve ısrarlarıyla Müzikoloji bölümüne girdim. Başkan olduğunu, kendisiyle birebir çalışacağımı ve derhal gelmem gerektiğini söylediği için ikna olmuştum. Ertesi yıl hocayı emekli edip okuldan uzaklaştırdılar. Böylece zorunlu olarak otodidakt olmam gerekti. Mezun olduktan sonra Başkent Üniversitesi'nde kısa bir süre araştırma görevlisi olarak çalıştığım sırada hakkını asla ödeyemeyeceğim Sami Hatipoğlu ile tanıştım. Benimle özel olarak ilgilenip hazırladı ve hakkını asla ödemenin mümkün olmadığı Burak Tüzün'e gönderdi. Burak Hoca'da aynı özveriyle benimle uğraştıktan sonra ensemden tutup beni Moskova'ya götürdü, kendi hocasına teslim etti.  


Sıra dışı bir şefsiniz. Alışılmışın dışında işler yapıyorsunuz, birçok kurumda çalıştınız ve hala daha çalışmaya devam ediyorsunuz. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası ve Şehir Tiyatroları’nın sizdeki yeri, önemi nedir?


Herkesin kendini evinde hissettiği bir yer vardır. Eskişehir'in bu iki yıldız kurumuyla ne zaman bir araya gelsek kendimi hep evimde hissettim. Geçtiğimiz dört - beş yıl boyunca birbirinden güzel, keyifli ve başarılı temsiller, konserler, projeler gerçekleştirdik. Bu kurumların sanatçıları yalnızca yetenekli birer tiyatro oyuncusu veya orkestra üyesi değil aynı zamanda her zaman çok güzel anılar paylaştığımız çok değerli dostlarım. Onlarla bir araya gelmek benim için her zaman en büyük mutluluk. Yaklaşık olarak aynı yaşlarda olmamız, kuşak farklarının aşmayı güç kıldığı birçok durumda birbirimizi nasıl dengeleyeceğimizi bilmemiz, yeni ve ilginç şeyleri denemeye olan hevesimiz ve elbette karşılıklı olarak birbirimize duyduğumuz güven gibi birçok özel durum nedeniyle bu kurumlar bende çok özel bir yere sahip.


2014 yılında Lüküs Hayat ile Eskişehir’liler sizi yakından tanımaya başladı. Bu süreci anlatır mısınız?


Yanılmıyorsam 2013 yılıydı, Mersin Devlet Opera ve Balesi'nde Lüküs Hayat müzikalini sahnelemeye karar verdik. Rejisör olarak Haldun Dormen düşünülüyordu. Fakat mevcut haliyle eser bir opera kadrosu tarafından oynanıp koca bir orkestra tarafından çalınmaya müsait değildi. Rey tarafından yazıldığından beri el yazısı halinde kalan notaları alıp böyle büyük bir kadroyu sırtlayabilecek yeni bir orkestrasyon, bir uvertür ve birkaç geçiş müziği ekledim. Oyun müthiş bir ilgi gördü ve halen salonları dolduruyor. O yaz Haldun Abi arayıp “şekerim topla bavulunu Eskişehir'de Lüküs Hayat yapıyoruz” demeseydi bu şehirle ve bu şehrin olağanüstü sanatçılarıyla tanışmam herhalde daha geç olurdu.
Mersin'de yaptığım düzenlemelerden mutluydum fakat Eskişehir için daha farklı, daha geniş kadrolu ve daha taze bir versiyon istiyorduk. Haldun Abi ayrıca birkaç sahneye daha ek müzikler düşünüyordu. Cemal Reşit'in müzik yazısı ve ana fikrini artık iyi tanıdığım için onun kaleminden çıkmış gibi duyulan ve dönemin müziğine sadık kalan birkaç yeni müzik yazdım. Haldun abi sözleri yazıyor ben de müziğe yerleştiriyordum. Orkestranın düzeyi ve oyuncuların olağanüstü sahne becerileri nefis şarkı söyleme maharetleriyle bir araya gelince beklediğimin çok ama çok üstünde bir iş çıkarttı ortaya.Sonraki yıllarda oyun devam ettikçe başka neler yapabiliriz diye düşünmeye başladık ve birbirinden güzel işler çıktı ortaya.


Lüküs Hayat’dan sonra Eskişehir’de bir sürü projeye imza attınız. Bunlar arasında dikkat çekeni Şehir Tiyatroları Sanatçısı Berkay Akın’ın anlatıcı olarak yer aldığı Küçük Prens gösterisiydi. Uyarlamasını sizin gerçekleştirdiğiniz gösteri nasıl ortaya çıktı?


Aslında birkaç yıldır konuştuğumuz fakat zamanlama nedeniyle bir türlü gerçekleştiremediğimiz bir projeydi. Eskişehir'de her yıl düzenlenen Uluslararası Çocuk Oyunları Festivali için hazırlıklar başladığında sevgili Pınar Berkaroğlu'nun gündeme getirip sırtlandığı bir iş oldu. Berkay Akın, enerjisi, anlatımı ve zengin oyunculuk paletiyle tiyatronun hayran olduğum ustalarından biri. Senfoni orkestrası, orijinal çizimler ve bir anlatıcı ile bir saatte sunulacak senfonik bir öykü haline getirdiğim metni öylesine iyi yorumladı ki gözlerimin dolduğu yerlerde sırtımın seyirciye dönük olmasına şükrettiğim anlar yaşattı. Hep birlikte Devrim Özder Akın, Sermet Yeşil ve Korel Cezayirli'nin de dönüşümlü olarak yer alacağı bir düzen planlıyorduk, ancak geçtiğimiz yıl hepimiz için çok yoğun geçen sezon buna fırsat vermedi. Bu sezon Küçük Prens'i onların ağzından da dinleyeceğimizi umuyorum.   


Bir diğer dikkat çeken proje ise Şehir Tiyatroları’nın sevilen sanatçısı Elif Melda Yılmaz’ın solist olarak yer aldığı ve sizin yönetiminizde ‘Beş Dilde Aşk’ konseri idi. Mest eden bir konser izledi Eskişehir’liler. Bu konser nasıl ortaya çıktı?


Biliyorsunuz, Melda'yla ilişkimiz artık ikimizin de her yerde anlattığı komik bir itiş kakışla başladı. Lüküs Hayat'ta Atıfet rolü için çalıştığımız sırada Atıfet'in şarkılarından birinin tonu Melda'yı huzursuz etti. Harika oyunculuğunun yanı sıra birçok harika oyuncuya nasip olmayan bir de harika sesi var ve onu kullanma konusunda zaten çok maharetli. Sanki Rey şarkıyı Melda için özel olarak yazmış. Fakat Melda şarkının tonunu değiştirmem için ısrar edip duruyordu. Ben aslında bir opera şefiyim. Sadece beş dakikalık bir sohbetle dünyada yazılmış hangi aryaları söyleyip hangilerini söylemeyeceğinizi ufak bir yanılma payıyla söyleyebilirim. Parça Melda için biçilmiş kaftandı ve bırakın tonunu değiştirmeyi tek bir notasını bile değiştirmek O'nu uçurumdan aşağı itmek olurdu. Kesin bir tavırla değiştirmeyeceğimi söyledim. Tabii bugün sevimli gelen soğuk bir inatlaşma dönemi başladı. Sonunda premier akşamı bana hiç güvenmeyerek çıkıp şarkısını söyledi. Ertesi gün gazetelerde hakkında yazılanları okuyunca tam da kendisine uygun bir zarafetle gelip “artık teslimim” dedi. Bu kadar güzel bir ses materyali bu kadar yüksek bir oyunculuk ve güzellik nadiren bir araya gelir. Biraz da uyanıklık yapıp “o halde sırada seninle güzel bir konser yapmak var” dedim. Böylece 14 Şubat Sevgililer Günü'nde yapılacak bir konser planlamaya başladık.


Her ikimizin de çok yoğun olduğu birlikte oturup çalışmak için bile fırsat bulamadığımız sıkışık bir döneme üstelik Melda'nın gerçekten ayakta bile durmakta güçlük çektiği bir hastalıkla boğuştuğu dönemde başladı provalar. Genel provaya başlayacağımız saatte Melda'nın acilen hastaneye götürüldüğünü öğrendik. Provayı ve hatta konseri ertelemeyi düşündüğümüz sırada Melda hiçbir şey olmamış gibi geldi, orkestranın karşısına geçti ve tüm şarkılarını söyledi. Tabii hepimiz işini aşkla yapan bu kadının profesyonelliğinden çok etkilendik. Orkestranın da müthiş katkısı ve yardımıyla hepimiz için çok keyifli geçen bir konser oldu. Bu konserlere daha da zengin bir repertuvarla başka yerlerde de devam etmek istiyoruz.     


Sadece bir orkestra yönetmenin ötesinde, yukarıda bahsettiğimiz gibi farklı projelere imza atmayı seviyorsunuz. Boşuna sıra dışı demiyoruz. Bunun gibi bizim bilmediğimiz projeler var mı?


Kendimi özellikle bir müzik adamı olarak görmüyorum. Birçok alanda çalışıyorum. Her biri bir diğerini besleyip malzeme veriyor, bu sayede daha geniş ve zengin bir bakış açısına ulaşıyorum. Ya da ben öyle sanıyorum. Fakat içinde müziğin olduğu birçok proje sürüp gidiyor. Son birkaç yıldır özellikle film müzikleri bir hayli zamanımı alıyor. Ayrıca birkaç yıldır daha yoğun ilgi isteyen SpaceX için yürüttüğüm bir dizi nöromüzikolojik çalışma var. Bir yandan Tolga Özençel'in olağanüstü bir librettosunu opera haline getiriyorum.   
Yaklaşık otuz yıldır her sabah bir önceki gün yaşadıklarımı, görüştüğüm insanları, başımdan geçenleri, o güne ilişkin düşüncelerimi kısaca not ediyorum. Binlerce sayfa, binlerce anı, binlerce tuhaflık.. Geçtiğimiz yıl biraz da ısrar sonunda bu anılardan bir seçki yapmaya ikna oldum. Birisi artık editörlerin elinde yeniden şekillenen diğerleri de bitmek üzere olan birkaç kitap var şimdi sırada. Genellikle orkestra şefleri meslek hayatlarının sonuna doğru bir kitap yazarlar. Henüz yolun başlarındayken yazılan bir kitaba hiç rastlamadım. Bu yüzden yetişmekte olan bir orkestra şefinin geçtiği yolları yaşanmış şeylerle anlattığım, renkli ve ilginç anılarla dolu bir kitap olan “Genç Bir Orkestra Şefinin Anıları” bitti sayılır. 40'ıma kadar olan bitenler var o kitapta. Bir de hazırlıkları süren fakat maalesef önce İngilizce olarak yayınlanacak bir armoni kitabı var yolda. Armoni gibi zor bir konuyu hiç beklenmedik bir yoldan anlatıyor. Diğerleri şimdilik pişmeye devam ettiği için bahsetmesem daha iyi olur.   
Ayrıca dünyanın en büyük ve önemli nota yayınevlerinden biri olan Schott tarafından basılmak üzere hazırlanan bir de sürpriz albüm var. Nisan 2019'da bir CD ile birlikte yayınlanacak.


Sıra geldi Bir Şehnaz Oyun’a... Eskişehir, 20 Ekim tarihinden itibaren ikinci müzikali ile buluştu. Yine Aytuğ Ülgen şefliğinde gerçekleşen müzikalle ilgili olarak duygularınızı alabilir miyiz?


Lüküs Hayat'ın başarısı ve gördüğü ilgi hepimize çok iyi geldi. Aynı şehirde aynı çatı altında çalışan iki sanat kurumunun yeniden ortak bir projeye imza atması çok önemliydi ve bunun keyfine sadece izleyenler değil biz de vardık. Bundan 17 yıl önce kurulan Şehir Tiyatroları'nın sahnelediği ilk oyundan bu yana toplam 99 eser sahnelenmiş. Müthiş bir birikim ve deneyim. Yeni bir müzikal düşünmeye başladığımızda 100. oyunun bir özelliği olması gerektiği çıktı ortaya. Böylece bu tiyatronun kurucu ustaları ile artık usta olan kurucu oyuncularını bir araya getiren, herkesi ve geçtiğimiz 17 yılı saygı ve vefa ile selamlayan bir eser olan Bir Şehnaz Oyun'da karar kılındı. Genel Sanat Yönetmenimiz Korel Cezayirli bu yeni oyunu da benimle çıkartmak istediklerini söyleyince ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz. Bugün hayranlıkla seyrettiğimiz bu usta oyuncuları seçen kurucu jürinin üyelerinden olan usta rejisör Murat Atak'ın oyunu sahnelemesi tüm süreci daha yoğun bir duygusal düzeye taşıdı. Bana her zaman ağabeylik yapan Murat Atak'la dostluğumuz çok eskiye uzanıyor. Tabii rejisörlerle şeflerin provalarda birbirine girmesi adettendir. Ufak bir farkla biz de öyle yaptık. Birbirimize öyle girdik ki provaların her anını iç içe, keyifle, severek ve eğlenerek geçirdik. Elbette yine çok şey öğrendim. Normal şartlar altında zehir zemberek sözler söylemem gerektiği için geleneği bozmayacağım, bence Atak zehir gibi bir yönetmen, metni ve son tabloyu bu kadar güzel okuyor olmasaydı zembereğinden boşalan bu kadar güzel bir oyunun çıkması mümkün olmazdı.


Tabii benim için özellikle çok önemi olan dostluklar da gelişti. Mesela olağanüstü bir insanı, büyük bir besteci olan Cem İdiz'i yakından tanımama vesile oldu. Müzikal denildiği zaman akıllar hep hikayeye ve dansa kayıyor. Koreografımız İhsan Bengier yılların tecrübesiyle eserle kol kola giren çok lezzetli bir iş çıkarttı. Fakat bütün herşeyi derleyip toplayan, esere bütün havasını veren; çalan, söyleyen, oynayan, dans eden herkes için bir odak oluşturan şey dönemi ve metni çok iyi kavrayan olağanüstü müzikler oldu. Sadece müzik adına değil insanlık adına da o kadar çok şey öğrendim ki, görüp öğrendiklerimin yarısını kendi hayatımda uygulayabilsem bugünden itibaren ölümsüz olurdum herhalde.


Önümüzdeki süreçte Eskişehir için düşünülen projeler var mı?


Olmaz mı! Konu Eskişehir olunca projeler ve fikirler artık su gibi akıyor. Artık birbirlerini çok iyi tanıyan iki kurumun tüm oyuncuları ve müzisyenleri ile, perde arkasında oldukları için isimleri bilinmeyen ama onlarsız elimizin kolumuzun bağlanacağı çok usta ve çok büyük bir ekip var. Bu harika ekip harika fikirler üretme konusunda asla fakirlik çekmiyor. Şimdilik ketumiyeti bozmayacağım ama sırada hepimizi heyecanlandıran çok ilginç şeyler var.  


Biraz yurt dışından bahsedelim. Çalıştığınız orkestralar ve yaptığınız işler var. Bunlardan bahsedelim isterseniz?


Önümüzdeki yıl yaşayacağımız birkaç sürprizim var tabii. Onlar dışında yurt dışındaki çalışmalarım artık daha ziyade film müziği alanına odaklanmış durumda. Rusya ve Japonya'yla sürüp giden projelere bu yıl Amerika'da eklendi.
Türkiye garip bir ülke. Türkiye'de başarılı olmak ya da adam yerine konmak için mutlaka yurt dışında birşeyler yapmış olmak gibi garip bazı şartlar var her alanda. Bir tiyatro oyuncusunun Royal Shakespeare Theatre'da oyun oynamış olması şartı aranmaz ama bir müzisyenden bu düzeyde kurumlarda çalışmış olmak beklenir nedense. Mesela ortaoyununu tanımayan, tarihini bilmeyen bir tiyatrocu herkese garip gelir fakat divan müziğini, makamsal müziği tanımayan, değil 400-500,  dört – beş makamı bile ayırt edemeyen müzisyen kimseleri şaşırtmaz. Aslen müzikolog olduğum için bu konuda şanslıyım. Zaman kaybetmemize neden olmadan hızlı ilerleyebileceğimiz pratik çözümler ya da fikirler bulabiliyorum. Müzik büyük bir evren. Artık yüzlerce türü var ve müziksiz geçen hiçbir an yok neredeyse. Durum böyle olunca dinleyicinin algısı da beklentisi de bambaşka oluyor. Berlin'le Viyana'yla yarışmaksızın kendi değerliliğimiz üzerinden yükselebileceğimiz fikirler artık daha çok ilgimi çekiyor. Bir Beethoven senfonisini 300 yıldır çalındığı şekliyle çalmak evrime de ilerleme fikrine de ters düşüyor bence. Biyolojik olarak iki ayağı iki kolu, burnu ve kulakları olan insan aynı kalsa da insan aynı insan mı? Ben bugün Beethoven'in bilmediği o kadar çok şey biliyorum ki. Bu sözümü yanlış anlayıp kendimi Beethoven'dan büyük saydığıma inananlar mutlaka olacaktır, izah edeyim: O'nun ölümünden bu yana 190 yıl geçmiş. Savaşlar, barışlar, buluşlar, sevinçler ve acılarla dolup taşan 190 yıldan söz ediyorum. Beethoven'in büyüklüğü onun mesajının evrenselliği ve zamanlar ötesi oluşundadır. Benim işimse bu evrenselliğe sonraki 190 yılın derinliğini de katmak. Onun hayal bile edemediği armoniler, orkestral renkler, stiller ve gerek sanat gerekse bilim alanından gelen sayısız yeni düşünce, bilgi, acı ve mutlulukla doluyum. Mesajı o gün olduğundan daha geçerlidir bugün. Tek fark artık daha çok şey yaşamış, görmüş, bilmiş olmamız. Bu sadece benim için değil dinleyici için de öyle. Üstelik yetiştiğim coğrafya ve ilişkili olduğum tüm çevre bana da benim gibi müzisyenlere de bambaşka bir boyut kazandırıyor. Bu şimdiye kadar dezavantaj sayıldı hep. Bunların törpülenip Batı ile aynı tornadan çıkmış hale getirildiği eğitim sistemine kızgınım. Stravinsky'nin Bahar Ayini adlı eserini bir Rus veya bir Amerikalı gibi icra etmem hem anlamsız hem de mümkün değil. Hele ki Göbeklitepe gibi tüm insanlık tarihini yeniden okumayı gerektiren arkeolojik, bilimsel ve sosyolojik bir buluştan sonra Bahar Ayini gibi bir yapıt aynı kalabilir mi, bu topraklardan doğan düşünceleri katıp onlarla yoğurmaksızın böyle bir eseri yeniden icra etmenin tarihsellik dışında ne anlamı olabilir ki?


Avrupa müziğini zaten çok iyi bilen İngiltere'de kimse sizden onlara onları anlatmanızı beklemez ama gelmiş geçmiş en büyük müzikologlarımızın başında gelen Rauf Yekta gibi onlara kendilerini bu toprakların bakış açısıyla anlatırsanız bu anlamlı bir iş olur. Liverpool Üniversitesi'nde zaman zaman yaptığım ve büyük iştahla karşılanan seminerler var. Jacque Fresco'nun ekonomide, Noam Chomsky'nin dilbilimde, Dawkins'in biyolojide, Edward Said'in sosyal bilimlerde yaptığını yapmaya çalışıyorum.
Benim için orkestra şefliği yanlış bir notayı duyup onu düzeltmekten ibaret bir iş değil. Bu nedenle, provayı durdurup yanlış çalınan bir notayı düzeltmeden devam etmeyen şeflere her zaman şaşırıyorum. Bence bu, en az 15-20 yılını o notaları sadece okumak için değil onları yorumlayıp nota ile yazılması mümkün olmayan anlamları da müziğe katarak bir duvarın arkasını görünür kılan müzisyen için hakarettir. Sık sık söylediğim birşey var, bence bir orkestra şefi sadece ve sadece provokatördür. Doğru anda doğru bir fikir için doğru müzisyeni doğru şekilde provoke ederseniz doğru sonucu alırsınız. 90 kişilik bir orkestrada bu doğru kişi her zaman aynı kişi değildir, dikkatinizi kime, hangi gruba veya hangi duruma yönlendireceğinizi bilirseniz çok daha kısa sürede çok daha iyi sonuçlar alıp topluca verimli ve mutlu olursunuz. Yoksa eline bir çubuk alıp çok beylik vuruşlar yapmak işin en kolay kısmı.  
Sanırım tüm bunları bir prizmadan geçirerek bir esere ve giderek bir topluluğa yansıtmaya duyduğum ilgi bazı sütunları yıkıyor. Ama bu sadece bir düşünce. Gerçekte olan o sütunlara başka açılardan bakmaya çalışmak ya da yanlarına o sütunları daha başka anlam katmanlarıyla buluşturan yeni sütunlar dikmek. Henüz çok genç sayılırım, yanılıyor olabilirim ama Titanik'in batmayacağına inanan çok usta mühendisler de yanılıyordu.


 Bu kadar yoğunluğunuz arasında zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Keyifli bir röportaj oldu. Son olarak neler söylemek isterseniz?


Son olarak her yerde ve her zaman söylediğim birşeyi yinelemek isterim. Sanat kurumlarının gerekliliğinin tartışılmaya başlandığı bir dönem yaşıyoruz. Bu sadece ülkemiz için değil tüm dünya için geçerli. Amerika'nın en önemli ilk beş orkestrasının sırayla kapandığı, Avrupa'nın en köklü sanat kurumlarının kapısına kilit astığı yıllardayız. Birşeyler değişiyor ve bu değişimin hepimizden birşeyler beklediği açık. Bunu okumamazlık edemeyiz. Kültür sanat endüstrisi, kendi tarihi boyunca karşısına hiç çıkmamış bir kavşağa yaklaşıyor. Bu çok iyi ama çok da tehlikeli bir an. Bu kavşağa doğru sürücü, doğru araç, doğru hız ve doğru yolcularla girmezsek takla atacağımız kesindir. Yeni fikirlerin, işbirliklerinin, dinamik kadroların bir araya gelmesi her zamankinden çok daha önemli ve öncelikli. Eskişehir diğer pekçok alanda olduğu gibi bu alanda da tüm ülkeye örnek olması gereken bir dizi misyonu sırtlanmış durumda. Şahane bir örnek teşkil ediyor. Buradan yola çıkarak tek başına daha hızlı yürümek yerine hep birlikte daha uzakalara varabilmeyi öğrenmeliyiz. Bu müthiş çabayı mümkün olan en büyük kuvvetle desteklemek, ulaşabileceği en uzak noktaya kadar taşımak hepimizin sorumluluğu.

Haberler